Genel

Yumuşak Bir Oyuk, Kuru­muş Bir Dere Yatağına Benzeyen Oluk

3. Ağustos. 1982, Şatila

Filipinam, tatlı kıbbem,

Beyrut’un anneni kendine  benzettiği günü anlatmalıyım sana. O gün bacakları olmayan, on  iki yaşında bir çocuk, elleriyle koşarak kendini kurşunların ortasına atmıştı. Biri daha  Beyrut’un  yaz­dığı kaderini tekmelemişti.

Savaşın en şefkatli yanı budur. Kendini kapıp koyuvermek iste­yenlere kucağını açar. Uyku gibi  yumuşak, kan kadar ılık bir gürültü kucağı savaş. Eriyip gitmek isteyenlerden hesap sormayan boz bulanık bir toz yatağı.

Babanın işi Filipina, insanları inatla hayatta tutmak. Ama bu­radan çekip gidecek tek yeri  ölüm olanları, bir gün bu ılık yolculuğa çıkmaya karar verdiklerinde sessiz bir hürmetle izlemek ge­rektiğine inanıyorum. Giden bir çocuk olsa bile.

Hepimiz onu kurtarmak için yapmamız gereken şeylerin ‘hareketlerini’ yaptık Filipina. Aptal seyircilere aptal oyuncuların oynadığı aptal bir oyun gibiydik. Kadınlar ağlayıp saçlarını çekiştir­di, erkekler kollarını ve seslerini büyük büyük hareket ettirdi ve ben ellerimle bir şey yapmaya çalışan bir doktoru taklit ettim. Kurşun ensesinde derin bir sıyrık açmıştı. İncecik bir ense. Tıpkı diğer çocuklarınki gibi tam ortasından yukarı doğru, çok bakarsan kırılganlığıyla insanı kahırdan ağlatacak, yumuşak bir oyuk, kuru­muş bir dere yatağına benzeyen bir oluk vardı. Çocukta başka bir şey görünmüyordu. Sadece yorgun ve tükenmiş bir askerin uyku­su için yalvarıyordu boynu. Durmadan düşüyordu.

Çocuğu seve seve ölüme bıraktık Filipina. Biz, bu topraklarda yaşayanlar, hiçbir şeyi sessiz yapmayı beceremeyiz. Dolayısıyla biraz gürültülü oldu. Ama sonunda öldü ve ben rahatladım.

Çocuğun adı bir türlü aklıma gelmiyordu Filipina. Ama kim ol­duğunu hatırlıyordum. Doktor olduğum için, olmayan bacakları­nın hikâyesini hatırlamam gerekirdi belki, ama ben gövdesinin üst tarafıyla ilgili olanı biliyordum. Bir amcası vardı bu çocuğun. Ta­bii ki onun da adını hatırlamıyorum. Ama sanırım 1948’de Filis­tin’i ilk terk edenlerden biriydi. Denizciydi bu adam. Sadece bir kez gelmişti Şatila’ya ve bu çocuğa İspanya’dan bir oyuncak getirmişti. İp atlayan, sarı plastikten bir ayı. Pilli şeylerden.

Bundan nefret ederim Filipina, haberin olsun. Sakın bana uzaklardan pahalı oyuncaklar göndermeye kalkma! Çünkü uzak, zengin ülkelerden gönderilen hediyeler çok acıklıdır. Yoksul evle­rin iyiden iyiye kolunu kanadını kırar böyle hediyeler. Evdeki her şeyden, hatta bazen herkesten daha kıymetli göründükleri için evdekilerin şavkını söndürüp kendi başlarına bir ışık yaratırlar. Evin geri kalanı artık daha  karanlık olur. Üstelik çocuk ne zaman oyun­cağı eline alsa -acaba sadece bu topraklarda mı öyle bu?- biri mut­laka çocuğa kızar:

“Dikkat et! Dikkat et!”

Millet birbirini öldürürken, Allah’ın belası oyuncak her şeyden daha kıymetli gibi görünür. Bu yüzden sevmem kıymetli oyuncak­ları. Çocukları kıymetsizleştirmekle kalmaz, bütün aileye de -san­ki başka dertleri yokmuş gibi- kadersizliklerini hatırlatan bir bildiri okur bu oyuncaklar. Çok mu acıklı oldu? Ama bana sorar­san, çocuğu bu ayı öldürdü.

Bu plastik ayının -bir keresinde kliniğin önündeki taş zemine oturup göstermişti bana- ayakları kısacıktı. Yok gibi. Tıpkı çocuğunki gibi. Annesinin oyuncağı evden çıkarmasına kızacağını bil­diği için acele ediyordu. Belki de ancak Dr.Hamza’ya gösterirse bu zırva oyuncağı, evden çıkardığı için meşru  bir gerekçesi olacaktı. Ayı, metal bir ipi başının üzerinden sonra da ayaklarının altından geçiriyor, metal ip alttan geçerken ayı havaya kalkıyor­du. Çocuk gömleğinin içinde taşıyordu ayıyı ve elleriyle yürüdü­ğü için plastik şeyi ellemeden önce avuçlarını üstüne siliyordu. Ayı yüzündeki sırıtmayla çalışmaya başladığında, çocuk yarım gövdesini yana yatırıp, yanağını eline dayayıp izlemeye başladı. Ben de yanına yattım, bacaklarım utanç verici uzunluktaydı. Ço­cuk, epey sonra, korkunç bir rüya görmüş gibi, belerterek gözle­rini, baktı:

“Pilleri bitince?..”

Filipinam, tatlı kıbbem , çocuğa o anda bacakları yerine bir ku­tu pil verseler… alırdı.

Sanırım bacaklarını kaybettiğinde içine kaçan bir yetişkin, ona pil meselesini “halledebileceklerini” söyledi ve çocuk yeniden dayadı yanağını avcuna. Ayı hala atlıyordu. Fakat yarımın yarısı çocuk, gözlerimin önünde ihtiyarlıyordu. Sonra dedi ki “Ben …” Dü­zeltti:

“Biz hiç gidemeyeceğiz değil mi İspanya’ya?”

Büyüklere yalan söyleyebilirim, ama çocuklara… Bilmem, gü­nah gibi geliyor. Tanrı’ya değil ama çocuklara inanıyorum Filipina.

Ne kadar keskin olduğunu bilmeyen bir bıçak gibi baktı bana. Sonra ayıya. Binemeyeceği bir uçağın bileti gibi sırıtıp duruyordu ayı. Ayı bir kader kuyusu; içine çekti onu, gördüm. Boğuldu, gör­düm. Döver gibi plastik şeyi, kıçındaki düğmeyi ‘off’a getirdi. İçine kaçmış yetişkin ona hiçbir zaman İspanya’ya gidemeyeceği­ni net bir dille anlattı.

“Bi ‘Lucky Strike versene Dr.Hamza’ dedi . Yemin ediyorum verecektim, çünkü öyle efkârlıydık üçümüz. Ayı, trapezden palyaçoluğa düşmüş Burt Lancaster gibiydi. Biz, ikimiz… Filistinliydik.

Ayıyı gömleğinin içine soktu ve saçını düzeltti uzun uzun. Ar­tık yapacak hiçbir şeyi kalmamış ihtiyarların saçlarını uzun uzun taraması gibi. Sonra üstünü başını düzeltip gözleriyle -ben kal­kamadım, bacaklarım utançtan büzüşüp uyuşmuştu- gideceğini belli etti sessizce. Sonra her seferinde bir omzu, kemiği, deriyi de­lip geçecek  kadar sivrilerek, ellerinin üzerinde yürümeye başladı. Ayı gömleğinin içinden, dilencilerin para istemek için gösterdikle­ri urlar gibi sarkıyordu.

Benim tatlı kıbbem, her adımda tenine değen metal ipiyle ür­perterek ona hiçbir yere gidemeyeceğini söyleyen ayı yüzünden o çocuk öldü. Çocuk, o yarım daire metal iple ölümün ılık kucağına bir çengel attı ve kendini o uykuya doğru kaydırdı.

‘Naci’ dedi annen, ‘çocuğun adı Naci’ydi.’ Benim hatırlama­dığımı anlamıştı. Kim bilir ne şaşkın göründüm gözüne.  Elinde sargı bezleriyle -çünkü bir tek onları kullanmayı biliyordu henüz- hepimiz gibi, bir şeyler yapıyormuş gibi yapıyordu. Çocuk ölünce onu kucakladı. Kendi doğurmuş gibi tuttu ve bu yarım gövdeyi gö­türüp lavaboda yıkadı. Çocuk dişi kırık ipekböcekleri gibi kıvrılıp kurudu sanki. Bir keresinde böyle bir ipekböceği görmüştüm. Dut yapraklarını yiyemediği için, diğerleri semirip beyazlarken, büzü­şerek bir kara kuru solucana dönüşüp ölmüştü.

Annen Naci’nin saçlarını düzeltti.  Naci nasıl düzeltirse aynen öyle. Kurumuş kan lekelerini tırnaklarıyla, hiç acıtmadan kazıdı.

Alnından öptü ve sargı bezleriyle temiz pak sardı çocuğu. Yerde oturan annesinin kucağına verdi. Bembeyaz, ölü bir paket oldu çocuk.

Sonraydı, annen ağlamaya başladı. Yıkılarak. Sanki omurgası­nı balık kemiği gibi içinden çekmişlerdi.

Dilini bilmediği bir yerde ağlamak fenadır. Çünkü seni, senin dilinde susturacak kimse yoktur. Böyle ağlayınca da kendisinin­kinden başka bir dilde susturulamaz insan. Annen susmadı.

Gece Naci’nin babası geldi kliniğe. Başıyla selam verip bana, anneni tutup kaldırdı kolundan, tüy gibi. Evlerine gittik. Annen hep ağladı. Çatıya çıkardı bizi. Dağ gibi bir adamdı Abu Naci.

Çatıda  durduk,  ben kampın ışıklarına baktım.  Bir kadın tanrı, merhamet edip düğün gecesi eteğini bizim tarafa doğru savurmuş ve gelin simleri bütün kampa dökülmüştü. Durduk. Abu Naci ka­ranlık zeminden bir parça gölge kaldırdı. Gölge ışıklara doğru kalktıkça bir kalaşnikofa dönüştü. Annene uzattı. “Sık,” dedi, “iyi gelecek.” Annen hıçkırıklarını birer-ikişer yutarak tüfeği aldı. Gaz­lı bezlerin bile ağır geldiğini düşündüğüm bilekleri dineldi. Abu Naci ona nasıl sıkacağını gösterdi, namluyu doğrulttu:

“Saydır şimdi havaya. Benim için de saydır!’

Ve annen taka taka taka taka taka!..

Yüzü, korku ve şehvetle ikiye yarılıyor, gözlerinin içine Şatila’nın simleri doluyordu. Taka taka taka taka…

Gürültü havaya ağarken , yerden başka bir ses geliyordu, ince­cik, ılık ılık… Annen o gece hem bir kalaşnikofla küfretti Tanrı’ya ve öldürdü onu hem de işedi uzun uzun. Ben baktım, Abu Naci de baktı.

Ah! Oğlunun ölüsü ismine asılı kalacak bir adam daha!

Merdivenlerden inerken annenin ayakkabısının içinden sidiği­nin sesi geliyordu, vıcık vıcık. Elimi tuttu, bırakmadım.

Peşimden geldi, yıkandı, yanıma yattı. O gece Tanrı’yı bir kalaşnikofla hepimiz için gebertmiş bir kadına ilk kez dokundum.

Annen ilk kez ertesi sabah konuşmaya başladı ve doğruyu söylemek gerekirse pek de susmadı. Dişi kırık bir ipekböceğinden bir kelebeğe dönüştü. Yıkıntılar arasında bir hiç kimseydi artık. Ka­derini bir kalaşnikofla öldürmüştü.

Hiçkimse olmaya cesaret et Filipina. Hikâyeler orada başlar. Dişlerinin kırıldığı yerde…

Keşke o ben olsaydım dediğim hikâye yazarları.. (Ece Temelkuran Muz Sesleri kitabından alınmıştır.)
Her okuduğumda hayran kaldığım Filipina..
İlk gördüğümde aşık olduğum Beyrut..
2011 yılında telefonumun kamerasıyla çektiğim Lübnan fotoğrafları..
Işıkları anlık kesilen şehir..
Ve her şeye rağmen yaşamaya çalışan insanlar, kadınlar, çocuklar..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial