Genel

Müziksiz Aşk Yoktur

Müziksiz aşk yoktur. Ve olmanız gerektiği zamanda aşık olursunuz. Aşık olduğunuzda ise içinizde ‘özel’ bir müzik oluşur.  

Şöyle bir şey:

Ya da şöyle:

Ya da şunun gibi:

Her birimizin müziği birbirinden tamamen farklıdır ve bu müzik beklenmedik anlarda gerçekleşir. 

Vanessa için bu müzik, William’ın bisiklet tekerleğini değiştirmesine yardım ederken; Zoe için ise yürüyüş yaptığı sırada Jeremy’i düşündüğü an olabilir. Bazen de bir mucize gerçekleşir ve iki insan birbirine aynı anda aşık olur. Ve ikisinin kalbinden geçen müzik eserleri birleşir. Berbat bir günün sonunda, psikoloğunun dinlenme salonunda sırasını bekleyen Emmanuelle için böyle oldu. Ve o sırada aynı dinlenme salonunda olan, ne yazık ki yağmura yakalandığı için sırılsıklam gömleği ile oturan Paul için de. 💫

38. yaşını iki hafta önce sevdiği birkaç dostu ve hayatta kalan tek aile üyesi olan annesi ile kutlamış Laurent de bir gün bu müziği duymayı hayal ediyordu. Hatta bu müziği duymak için sabırsızlanıyordu! Bir sürü şarkının bestesini yapmış olmasına ve profesyonel olarak müzik ile uğraşmasına rağmen, bunu duymayalı uzun zaman olmuştu. Günlük hayatını yaşarken, aklında dönüp duran ve onu içten içe kemiren soru hep şuydu: ‘Bu nasıl bir müzik olabilir?’ 

O yaşına dek, bu müziğe dair sıfır bilgiye sahip değildi aslında. Hayatın hakkını yememek lazım; tam bir müzik ya da beste olmasa bile, birkaç nota duymuştu. Konservatuar yıllarında, buğday tenli, kocaman yeşil gözleri olan Annabelle’le birkaç nota.. Sonrasında da çok daha fazlasını Elisabeth ile deneyimlemişti. Sarı, kıvırcık saçlı, yemek yemeye ve buz gibi pembe şaraba bayılan Elisabeth! Her sarhoş olduğunda sokaklarda dans etmeye can atan, hayat dolu Elisabeth.. Böylesi bir kadınla bile çağlayamamış, ne yazık ki müzik deneyimi yine birkaç nota ile sınırlı kalmıştı..  

Bu, Laurent için öylesine bir saplantıya dönüşmüştü ki, beste yaparken hep melodiyi hayal etmeye çalışıyor; nasıl bir karma ve hisse vesile olacağını düşündüğünde içi içini yiyordu. Tüm çalışmalarında gayreti, hayali ve amacı, ‘o müziğe’ ulaşmaktı. 

Laurent için bu müzik bu kadar uzak ve çaba gerektiren bir şey iken; ne gariptir ki, onu dinleyenler, aşık olduklarında hissettiklerini onun eserlerine buluyorlardı. Konserinden çıkanların kalpleri sevgi, ruhları neşe ile doluyor; içlerinde anlamlandıramadıkları bir müzik başlıyordu. 

Laurent, hem dinleyicilerinden hem de müzik otoritelerden büyük beğeni alıyordu. Hakkında yazılmış onlarca övgü dolu cümle ve bir sürü hayranı vardı. Tabii ki özellikle kadınlar! Kadınların birçoğu bu adamla müthiş bir aşk yaşayabileceğini düşünüyordu. Böylesine bir duyguyu sadece besteleri ile içlerine nakış gibi işleyebilen bir adamın yatağında olmanın nasıl bir duygu olabileceğini düşünüyor ve kendilerinden geçiyorlardı. 

Evet, Laurent’in hayatından ve yatağından birçok kadın geçti. Ve o, her birine büyük bir tutkuyla aşık olmaya çalıştı. Bunun için gerçekten çabaladı, emek verdi, umdu, diledi. 

Ama olmadı! Filmlerde gördüğü ve klişeleşmiş her şeyi bu kadınlar için yapmaya çalıştı. Laurent böyle davrandıkça kadınlar düşüncelerinde ne kadar haklı olduklarını bir kez daha anlarken; ne üzücüdür ki Laurent küçük bir melodi bile duyamadı.. 

Müzik ruhuna değmedikçe, kalbi soldu. Her bestesinde bu müziği arayıp, her seferinde daha da uzaklaştığını hissettikçe ruhu karardı. Ve 40. doğum gününü sevdiği birkaç dostu ve hayatta kalan tek aile üyesi olan annesi ile kutlarken, ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendi. 

Kalan kısa ömrünü de bu müziği duymaya adadı! Kendini sokaklara attı ve ruhundaki karanlığı, kalbindeki solgunluğu umursamadan, çaresizce aşkı aradı. 

Yoruldu. 

Çünkü müzik yoktu.!

Ölümünden kısa bir süre önce, ormanda tek başına yürürken kısa bir müzik duydu. Müzik içine, kalbine işledi. Olduğu yere, ıslak çimlerin üstüne oturdu ve bir yandan müziği dinlemeye bir yanda yaşadığı hayatı değerlendirmeye başladı. Gözyaşları yanaklarında özgürce yol çizerken, ne yazık ki kime aşık olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti..   

26 Aralık, 2019; Valensiya, İspanya. 
Hava 19 derece. Beyaz bir tshirt ve güneş gözlüklerim ile Plaza de Virgin’de bir çeşmenin önünde oturup, buz gibi pembe şarabımı içiyorum.. Az ileride hayatımda ilk kez gördüğüm iki genç kadın var. Biri buğday tenli, kocaman yeşil gözlü; diğeri ise sarı, kıvırcık saçlı ve bir yandan ağzına iri bir ekmek parçası tıkıştırırken, bir yandan da ağzı kulaklarında, nefes bile almadan yanındakine bir şeyler anlatıyor. Tam karşımda mavi bez şapkalı, kirli sakallı, sarı gözlükleri olan bir adam saksafon çalıyor. Ve kendi kendime kaldığım bu anda, defterime bu hikaye dökülüyor. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial