
Üzgünüm, Karışık.
İyileşemiyorum.
Sabah uyanmak, yüzünü yıkamak, işe gitmek, hiçbir şey yokmuş gibi çalışmak, eve gelmek, yemek yemek, yürümek ve uyumak iyileşmeye vesile değil midir?
Değilmiş.
İyileşemiyorum.
Sanki hayat normale dönmek için son hızda gaza basarken, ben sonsuz bir defans ile var gücümle el frenini çekiyorum.
Kaldım. Bu noktada kalakaldım sanki.
İnsanlar yaşıyor, normalleşiyor (ne demekse!); ve ben ayaklarım yere var gücü ile basarken hareket dahi etmiyorum.
Hani vardır ya filmlerde klasik sahneler: Bir insan olduğu hali ile ve çok normal bir şekilde kalabalık bir caddede durur ve sanki zaman onun için durmuştur; geriye kalan tüm insanlar hızlandırılmış bir efekt ile belki sadece birer renk olarak yanından son hız akar geçerler.
İşte tam olarak olduğu hali ile ve çok normal bir şekilde kalabalık bir caddede o ortada duran, hareket etmeyen BENİM!
İnsanlar ise aynı hızda ve o hızdan kaynaklı sadece birere renk parçası olarak görünürken, ben olduğum yerde kalakaldım. Yürüyemiyor, yaşayamıyor, nefes alamıyor ve en kötüsü de hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya, eski halimle yaşamaya çalışıyorum.
Sanki iyiymişim gibi.. – mış gibi..
Sanki devam edebiliyormuş; eski, normal, rutin, sıkıcı, kızdığım, güldüğüm, yaşadığımı hissettiğim hayatıma tekrar adapte olmuşum gibi.. – mış gibi..
Kendimi bildim bileli yazarak ve gezerek iyileştim ben. Kimisi eve kapanır, yemek yapar; ne bileyim yatağa girer ağlar.. Bana iyi gelen ana şeylerler hep yazmak ve gezmek oldu.
Fakat bu ılık Şubat Ankara günlerinde yazamıyorum da ben. Yazamadıkça içimdeki irin akmıyor, boşalamıyor. Olduğu yeri enfekte etmeye devam ediyor; hem de son hızda!
Yazamıyorum. Elim kağıda, kaleme gitmiyor.
Zorla alıyorum kalemi, ‘Hadi Burcu, senin ilacın bu’ diyorum kendime; bu sefer de kelimeler dökülmüyor. Yazdığım bir şeye benzemiyor. Beni, içimdekini yansıtmıyor. Saçma sapan, sığ, yetersiz, anlamsız cümleler öbeğinden öteye geçemiyor yazdıklarım. Sonra belki iyi gelir diye ‘Bazen saçmalamak da iyidir, belki iyileştirir diyorum’; sonra aynaya bakıyorum ve gözlerimi devirerek ‘Saçmalama’ diyorum!
Her şeyden endişe duyar, korkar oldum. Ben ki kendimi savaşçı olarak konumlayan Burcu, kaybetmekten ne kadar da korkuyormuşum. Bunu hep bilmekle birlikte, şimdi hayatın başka sorumluklarının getirdiği akıl almaz endişelerim var. Anksiyete diye tanımladıkları şey bu mu? Bir şey başına gelmeden, gerçek olmadan endişe etmek, başıma gelecek diye korkmak mıymış bu hastalık? Herkesi, her şeyi, tüm sevdiklerimi demirden yapılmış, üstü kapatılmış, dışarıdan gelecek tüm darbelere dayanıklı bir eve kapatmak istiyorum başlarına bir şey gelmesin diye! Ne zormuş bu hastalık.. Üzüldüm hayatı boyunca böyle yaşamak zorunda olan insanlara..
Kendime geleyim, yazacağım. Kendime gelmek için yazacağım. Ah bir yazsam, içimdekileri akıtsam, kelimelere döksem nasıl güzel kendime geleceğim..
Aklım düşünceler, kelimelerle dolu. Gün içinde su içerken, ayakkabımı bağlarken, yürürken, dururken, camdan sokağı seyrederken cümleler beynimde paragrafa dönüşüyor. Tam alıyorum kalemi, kağıdı; hemen yazmak istiyorum o paragrafı. Yazıyorum da! Ve çıkan şey anlamsız. Kalbimdekinden, benim hissettiğimden çok uzak. Nasıl acıyor ruhum, korkularımla örtülmüş tüm bedenim ve kağıttaki şey ise basit bir ‘masal’!
Bu dönemde yazmayı çok denedim, zorlayarak da olsa uğraştım. Aralarda yazdım. Genelde yazamadım. Madem kendi kalbimdekini akıtamıyorum, bari bir hikaye gibi yazayım dedim. Bir hikayeye başladım. Tamamen kendimi, ağlamalarımı anlattığım, adını hikaye koyup kendimi anlatmaya ikna etmeye çalıştığım bir şeydi. Tıkandı kaldı. Hikaye mi olsun, iç dökme mi olsun bilemedi. Vedalaşıldı, bir köşeye kaldırıldı.
Bu Pazar günü evdeyim. Kendimi eve kapattım. Dinlenmek için. Öyle tüm gün koltukta oturarak, kitap okuyarak geçti. Dolmuşum, kendimden sıkılmıştım belki de bilmiyorum ki hissimi. Bilgisayarımı açtım, madem dedim yazamıyorum, madem anlatamıyorum ağlamamı, acımı, korkularımı ben de gelişine bir şiir yazarım.
Yazdım. Sonra duramadım. Şiir oldu mu olmadı mı bilmiyorum ya. Umrumda da değil açıkçası. Yazdıkça ağladım, sessiz sessiz ağlarken aktı içimdekiler boktan bir Word dokümanına. Saatlerce yazdım. Yazdıkça nefes almaya başladım. Hafiflemeye başladım. Hafifleyince yaşadığımdan, sıcak evimden, korkularımdan suçluluk duydum; bu sefer de ağlaya ağlaya suçluluğu yazdım; sonra kızdım kendime, durmadım bu sefer de onu yazdım. Bugün hiç durmadım. Ne zaman ağladım, sevdiklerimi kaybetmekten korktum, ölümü hissettim yine yazdım. Ne zaman çaresiz kaldım, ne zaman mutlu oldum, ne zaman kızdım… Oturdum yazdım.
Ölümden çok korkuyorum. ‘Ölümden’ korkuyorum, ‘ölmekten’ değil. İkisi ayrı şeyler; kendi ölümüm benim için bir korku kaynağı değil. Ama sevdiklerimi kaybetmekten çok korkuyorum. İlk kez tanıdığım, sevdiğim, birlikte güldüğüm, omzunda ağladığım birini gömdüm ben. Hayatımda ilk kez bir hastanenin danışmasın gidip, ‘Morg ne tarafta?’ diye sordum ben. Bacaklarım titreye titreye koca hastaneyi dolaştım ben. Sonra morga girdim ben. (İlk anda buz gibi geldi bana. Sonra fark ettim ki soğukluk binada değil, bende; titriyorum istemsizce.) Yüzünü açtılar, kendimce vedalaştım ben. Teşekkür ettim ben. Sonra ilk kez tanıdığım birinin cenazesine gittim ben. Yüzünü bildiğim, birlikte yemek yediğim, çekirdek çitlediğim, yollarda yürüdüğüm birinin toprağa koyulmasını gördüm ben.
İlk kez ölümü gördüm ben. Sevdiğim birinin ölümünü gördüm.
Şimdi nasıl normale döneyim? Bir ay içinde bu kadar acı, ölüm, deprem, harabe, pislik, riyakarlık yaşamışken; tüm korkularım ayyuka çıkmışken nasıl hayata kaldığım yerden devam edeyim? Ölüm diye bir şeyin varlığını ilk kez yaşamışken, nasıl ilerleyeyim?
Şubat, 2023. Üzgünüm.
Bugünlerimin özeti bu: Üzgünüm.