
Sarılmak
Güzel bir öğleden sonra köpeğinizle bir yamaçta oturmak, dünya üzerinde cenneti yaşamak gibidir; hiçbir şey yapmamanın hiç sıkıcı olmadığı ve huzurun hakim olduğu cennettesiniz.
Milan Kundera
Berrak, tertemiz hava ve tepede pırıl pırıl bir güneş İstanbulluların içini ısıtırken, henüz birkaç hafta önce taşındığım yeni evimin balkonunda kahvaltı yapıyordum. Tarih 30 Ağustos; Zafer Bayramıydı ve resmi tatil olmasından dolayı kocaman, tamamen kendime ait bir günün adıydı! Kahvaltıdan sonra sahile inmeyi ve denizi izleyerek yürüyüş yapmayı planlıyordum. Kahvaltı masası tastamam gibi görünse de ruhumu besleyen müzik olmadığında balın, zeytinin tadı eksik kalıyordu ne yazık ki. Günümün mutluluğuna uygun bir caz şarkısı açmak için telefonumu elime aldım. Fakat o da ne? Ekranımı yukarı kaldırır kaldırmaz, daha önceden açık kalmış bir uygulamada, kayıp ya da atıldığından dolayı yeni sahibini arayan bir sokak köpeği ilanı ile karşılaştım! Sarı, kaşlarının arası sanki çatmaktan iz olmuş, kırmızı renkli ucuz ve pis tasması ile bir dili dışarıda gözlerini bana dikmişti sanki ilandaki sahipsiz köpek. İlk düşündüğüm, bulunduğu adresin evime yürüme mesafesinde olduğuydu; sonrasında da ‘Sahiplenecek değilim ya, gidip sevsem mi acaba?’ diye aklımdan geçirdim. Vazgeçtim, ‘Bir daha bu ilana denk gelirsem, belki giderim.’ dedim ve hızlıca masayı toplayıp; kitabım ve müziğim ile birlikte Caddebostan’ın çimlerine attım kendimi.

Birkaç gün sonra muhtemelen saate bakmak ya da arayan olup olmadığı kontrol etmek için telefonumun ekranına baktığımda aynı uygulama yine açık kalmıştı ve yine aynı dili dışarıda sarı köpek, yine kapkara gözleri dikmiş bana bakıyordu. Yine! Elimdeki tostu yarım bıraktım ve beş dakika içerisinde altımda pijama şortum, ellerim tost kokarken, daha sonra hayatımda kocaman hatırası olacak ilan sahiplerinin (canım Melda ve eşi Hakan abi) evlerine yol aldım.
Sahipsiz köpek, bahçeye giren ve daha önce görmediği bana, yattığı yerde hiç istifini bozmadan hafifçe gözlerini kaldırarak baktı. Yüzünde bıkkınlık vardı. Sonrasında hiç umursamadan gözlerini devirdi ve bağlı olduğu ağacın dibine biraz daha yerleşti. Yanına gittim, tam önüne bağdaş kurup oturdum. O bana baktı ve acemice, kaçamak dolu çekti gözlerini; ben ise ona uzun uzun baktım. Bakıştık; bir anlık, belki saniyenin bile daha azı. Dedim ‘Bu benim eve gelsin mi?’ Ne tasmam var ne de su verecek bir kabım.. Sevgili Melda ve Hakan Abi kahvaltısını yarım bıraktı, hep birlikte sahipsiz köpeği kısırlaştırmaya götürdük.
Bir gün sonra sahipsiz, kara gözlü köpek ve ben, biraz şaşkın biraz korkak evin sokak kapısının önünde yan yana duruyorduk. Tüm odaların kapısının kapalı olduğu, parkelerin tamamımın gazete kağıtları ile kaplandığı ve uçmasın diye bantlar ile tutturulduğu evimize ilk adımızı attık. Ben bilmiyordum ki eve çiş mi yapar ya da sinirlenir bana saldırır, ısırır mı? O güne kadar hiçbir köpeğe dokunmamış, hiçbir köpeğin başını dahi sevmemiştim ki ben; çünkü korkuyordum! Ve o an, günün bitip, havanın kararmaya başladığı bir zamanda huyunu suyunu bilmediğim ve ölesiye korktuğum bir köpek ile aynı evde yalnızdım.
İlk gece eve alışma sürecinde yanında olayım diye salon kanepesini yatağa dönüştürdüm; ben oturur pozisyonda koltuğun tepesine tünerken, yepyeni bir eve gelmiş ve bir gün önce ameliyat olmuş sahipsiz köpek odanın öbür ucundaki köşeye sindi. Bir o bana kaçamak bakıyor, bir ben ona dikiyorum korku ile gözlerimi. Sabaha kadar ne ben ne de o hiç uyumadan ve hiç yaklaşmadan, birbirimizi ölçen gözlerle bakıştık. Ayın ışığı salona vururken, sabah ezanı okunmaya başladı. Sahipsiz köpek birden çıkan yüksek sesle irkildi ve zıpladı. Ayağa kalkarken kuyruğunun ucu evin yere kadar uzanan perdesine dokundu ve aynı anda kaygı dolu gözlerle bana baktı! Gözlerinde korkuyu ve vuracak ya da kızacak mıyım diye tedirginliği gördüm o an! Benim endişemin katbekatını saatlerdir onun yaşadığı ve dayak yemekten korktuğu gerçeği bir tokat gibi yüzümde patladı. Ne ara o kanepeden bozma yataktan kalktım, ne ara gözyaşlarım yanaklarımdan akmaya başladı, ne ara salonun öbür ucuna gidip köpeğin tam karşısına oturdum hatırlamıyorum. Sadece hüngür hüngür ağlarken, ‘Seni asla bırakmayacağım, sen artık bu aileye aitsin’ dediğim kaldı aklımda. Ve o an bir mucize oldu. Korkmuş, asla kimseye yaklaşmayan köpek iki ön patisini ürkekçe yerden kaldırdı ve omzuma koydu. Kendi limitleri dahilinde sarıldı bana! Sessiz ağlamalarım hıçkırığa dönüşürken; benim boynuma, kalbime sığınan sahipsiz köpeğin adı o gece Hug (sarılmak) oldu.
İşte böyle başladı bizim hikayemiz Hug ile.. Zamanla evladım oldu, doğursam ancak bu kadar sevebilirim. Benim için korumak, sevmek, güvenmek kelimelerinin can bulmuş, ete kemiğe bürünmüş hali oldu. Hayatımda aldığım büyük kararlarımın (o bilmese de) vesilesi ve güç kaynağı oldu. Çevremdekiler Hug’ın çok şanslı olduğunu söyleseler de aslında bilmiyorlar ki bu ilişkideki şanslı olan taraf benim! Bugün geriye dönüp baktığımda Hug beni değiştirdi, açıkça söyleyebilirim ki daha anlayışlı ve iyi biri yaptı. Öyle ki hayatımın en iyi, en güzel, en mutlu, en başarılı, en zengin, ‘en, en, en’ olması için uğraştığım bir döneminde tanıştım ben Hug ile. Dahası, bu ‘En’ ve ‘Kusursuz’ algımın ne yazık ki farkında bile olmadığımdan, bu hırsın ruh ve bedenimde yarattığı kocaman tahribat izlerini de göremiyordum. Galiba en çok Hug’ın kusursuz olmamasını sevdim ben. Cins olmamasını, hala en ufak sesten korkmasını, yıllardır tam olarak gözüme bakamamasını, geçmişinde yediği dayaklardan dolayı insanların uzağından dolanmasını sevdim. İçindeki kusursuz olmayan, yoksun çocuğu sevdim. Çünkü ben Hug ile öğrendim ki kusursuzluk hastalıklı bir istek ve aslında çok kusurlu; çünkü gerçekte öyle bir şey yok.
Tabi uyanık olduğu tüm zamanlarda kendini sevdirmek isteyen ve dişlerini göstererek gülebilen (Kime çekti hiç anlamıyorum🙈) bu çocuktan öğrendiğim ve hayatımı değiştiren başka şeyler de var. Aslında hayatımız basit yaşamaya öyle gebe ve eğer sağlığımız yerindeyse öyle kolay ki! Hug’ın bir köpek olarak yaşama şekli aslında tam da bu noktada güzellik katıyor hayatıma. Mesela ‘Güne başlarken yataktan hemen çıkma Burcu, kendine zaman ayırdığın ve sıcacık yatağında yaptığın birkaç germe hareketinin gün içindeki motivasyonunu arttırmasına izin ver. Ya da dışarıda, arabanın içinde yüzüne vuran güneş, rüzgâr ve tertemiz havanın keyfini delicesine çıkar; o an gözlerini kıs ve zevkten dört köşe olmuş halde sık sık nefes al. Gün içinde kaçamaklar yap, canına iyi gelecek, 10-15 dakikalık uyuklamaların tadını çıkart; hatta sıcak bir günde hayatına küçük bir mola verip sırt üstü çimlere uzanmanın nasıl bir şey olduğunu unutmayacak kadar sık yap bunu. Hiçbir eğlence ve mutlu olma fırsatını kaçırma, mesela hayatında mutlu olduğun minicik bir an bile olduğunda, kafandan ayaklarına kadar tüm vücudunla zıpla, dans et ya da kapı açılıp odaya sevdiğin biri geldiğinde ona doğru koş, sarıl, hatta neşe ile üstüne atla. İnsanların sana dokunmasına izin ver Burcu; hatta bir süredir kalbine dokunmuyorlarsa, git yanlarına ve ellerini kendi vücudunun üstüne çek. ‘Ben buradayım, benimle ilgilen!’ demekten çekinme. Ama bir kere canına dokunmuş bir insana karşı da hep sadakatli ol; onu terk etme, ondan vazgeçme, hata yaptığında çekip gitmek yerine sessizce yanında dur. Belki tartışma anlarınızda küçük bir hırlama yeterli ise kocaman dişlerini gösterip, onu ısırma. Çünkü onun, artık ruhuna dokunduğunu ve bir olduğunuzu kabul et. Eğer yaşadığın hayatta seni mutlu edeceğine inandığın ve çok istediğin bir şey varsa; o ne kadar derinde gömülü olursa olsun, onu bulana kadar asla pes etme. Hatta ellerin toza toprağa bulanana kadar kaz. Tabii ki yorulacaksın, o zaman da gölgeye sığın, biraz su iç ve kaldığın yerden kazmaya devam et. Mükafatına ulaştığındaysa en başa dön ve olduğun yerde başın dönene kadar kendi etrafında zıpla!’
Naifçe sevmeyi de, sevdiğin için savaşmayı da bu çocuğun öğretmenliğinde öğrendim ben. Bu satırları yazarken biliyorum ki, hayatta herkes ama herkes gitse bile ben yalnız değilim. Çünkü Hug beni bırakıp gitmez. Bir insanın hayatında böylesine sevilmek ve güvenebilmek nasıl da büyük bir özgüven nedeni. Hayattaki en büyük başarın ne deseler; Hug’ı söylerim herhalde. Adımızın önündeki dünyevi unvanların hepsi anlık; kıymetli olan güven, sağlık, can ve bir kere geldiğimiz bu hayatın tadını sonuna kadar çıkartmak. Ben, Hug’ı incinmiş, bıkmış ve mutsuz gördüğüm o ilk an sevdim. Çünkü o zaman her ne kadar bir haber olsam da bundan, aslında ona bakarken gördüğüm kendi ruhumdu! Birlikte büyüdü canlarımız; beni sakinleştirdi, defolarımı fark etmeme vesile oldu.. İyi ki de oldu 💕 O hep olsun, hayatımda hep var olsun. Kocaman kalbi, durmadan gülüşü ve hiç bitmeyen kendini sevdirme isteği ile Hug’ı çok basitçe, tüm kalbimle, güven dolu seviyorum. Daha birbirimizden öğreneceğimiz onlarca şey, omuz omuza yaşayacağımız kocaman bir hayat var! Bize müsaade, dışarıdaki bu güzel sonbahar havasının tadını çıkartmaya parka gidiyoruz biz; hayatın her anını yaşamaya, neşe içinde zıplamaya, gerektiği anlarda sessizce yan yana durup iyileşmeye gidiyoruz. Ben sizi sevgi ile öperken; Hug berbat kokan ağzı ve salyalı dili ile (muhtemelen siz daha fazla dayanamayıp, onu itene kadar) sizi yalıyor! Çocuklarınızı seviniz, hepsini; hem iki hem de dört ayaklısını! Çünkü inanıyorum ki hepsinin dünyamıza geliş nedeni, bizi iyileştirmek ve bizi daha mutlu biri yapmak!
Ekim 2020, Ankara
Yazı bittikten 2 gün sonra not: Bu yazı yazılırken Cem’e kırgındım, o nedenle elim onunla ilgili bir anıyı anlatmaya ne yazık ki gitmedi. Fakat bu anlık kırgınlığımın, onun Hug’ın tüm süreçlerinde bana desteğinin ve her koşulda yanımda olmasının önüne geçmemeli diye düşünüyorum. Cem’in varlığı olmasaydı, ben tek başıma Hug’ı sahiplenmeye asla cesaret edemezdim. İki oğlan çocuğu da iyi ki varlar! (Sayın Cem Koray Çataroğlu sonradan gelen bu ekleme asla bir alttan alma değildir; tam olarak Sezar’ın hakkı Sezar’a durumudur. Sizi de öperiz fakat hemen şımarmayınız, affetmedik henüz!😉)