
Her Yer Suç Mahali
Şu gerçeği aşikar kabul ederiz: Bütün insanlar yaratıcıları tarafından eşit yaratılmıştır ve bazı vazgeçilemez haklara sahiptir. Yaşamak, özgürlük ve kendi mutluluğunu arama hakkı böyle haklardandır.
Thomas Jefferson
Birkaç gündür içimde bir sıkıntı, kalbimde bir ağırlık. Aklım tıpkı saat gibi hiç durmadan düşünüyor; her şeyi cümlelere, paragraflara döküyor. Fakat sıra elime geldiğinde ise kağıda dahi dokunamıyorum. Parmaklarım bir türlü aklımdaki yazıyı elle tutunur, okunur hale getiremiyor.
Bir hafta önce Merve Aslan adında bir genç kadın öldürüldü. Hayatlarımızın dümdüz yol alan bir trenin rayları gibi hiç çarpazlanmadığı iki kadınız biz. Hiç görmediğim, muhtemelen nefes aldığım süre boyunca aynı cadde yan yana dahi gelmediğim bu kadından kalanlar, kalbimin üzerine bir tank ağırlığı ile oturdu. En sevdiğim yazarın, en sevdiğim kitaplarından birine yeni başlamış bu kadın. Kaldığı yerin ayracı üzerinde.. Diksiyon ve güzel konuşma sanatını okuyor ve mavi, sert kapaklı, telli defterine notlar alıyormuş. Defterin yarısından fazlası boş, her iki kitap da henüz bitmemiş. Defter yarım, kitaplar yarım.. Bu 24 yaşında abisi tarafından namus kisvesi altında öldürülen kadından kalan her şey yarım!
Yarım kalan bu hayatı gördüğümden beri sözcükler, cümleler, haberler, cinayetler, namus kavramı kafamın içinde cirit atıyor. Vücudumda bir sıcaklık, kaslarımda, eklemlerimde müthiş bir rahatsızlık! Bir tek Merve Aslan mı peki bunun nedeni? Aslında Pınar Gültekin, Aleyna Çakır, Emine Bulut, Şule Çet, Özgecan Aslan, Münevver Karabulut ve daha saymadığım bir sürü kadının katledilme haberlerini okuduğumda aynı mengene hissi beni yine ele geçirmişti! Geçen sene Türkiye’de 474 kadının, sevgilisi, kocası, babası, abisi tarafından öldürüldüğünü biliyor musunuz? Bir tarafım ‘Yaz Burcu!’ diyor, bildiğin ne varsa kadın cinayetlerine dair anlat, aktar, bağır, sesini çıkart! Diğer tarafım ise ümitsiz; ‘Şu yaşadığın dünyaya kaldır kafanı da bir bak be kızım!’ diyor, ‘Neresi düzgün ki, burası olsun’. İnsanlar cahil; okumaktan, araştırmaktan, kendini dahi tanımaktan aciz. Hatta öyle aciz ki, bu eksikliklerini kaba kuvvet ile kapatabildiğini zannediyor. Eline bıçağı alan, silahı kapan soluğu kendinden fiziksel olarak daha güçsüz olanın yanında buluyor! Öyle acınası cahil ki, ‘saygı’ kelimesini söz dağarcığına sadece bayramlarda el öperken almış. Saygının sözlük karşılığını dahi bilmeyen bu sefil kişiler; nasıl bilsin insana, kadına, doğaya, hayvana, trans bireye, hatta erkeğe bile saygı göstermesi gerektiğini.
Peki suç kimin? Devletleri yöneten aç gözlülerin mi? Gelişememiş sivil toplum örgütlerinin mi? Eğitim kavramından fersah fersah uzak bir sistemde, sadece öğretimin dayatılmasının mı? Namusu iki bacak arasında sanan acınası haldeki toplumun mu? Sevgilisi / kocası ile ayrılmak istediği için öldürülen (ve bunu hakeden!) 20 yaşındaki kadınların mı? Kimin?!
Ruhum tükenmiş, etrafıma her baktığımda daha da karalar bağlıyorum. Ne yaparsam yapayım, kimseye kendimi duyuramayacağımı; bir adet taşı dahi yerinden kaldıramayacağımı hissediyorum. Çünkü dünyadaki haberler hep hırs üzerine. Kötülük en tepelere yerleşti. Gücü olan, eline alıyor sopayı, gelişine kime denk gelirse.. Çünkü artık kötülük kıymetli, zulüm kabul görüyor hatta takdir ediliyor yeni düzende. En kötüsü de bu kötülük ve zulümün cezası yok. Sokakta yürüyen kadın önce tecavüze uğruyor, sonra beş yerinden bıçaklanarak öldürülüyor. Biz ise ‘Kıyafeti neymiş, gece saat kaçmış’ sorularını tartışıyoruz günlerce medyada. Toplum olarak, hep bir hak eden, meşruluk arıyoruz tüm bu cinayetlerin göbeğinde. Bir anne – babanın büyüttüğü, üstüne titrediği evladı ölmüş; yetmemiş parçalanıp, çöp variline atılmış; hırsını alamamış yakmış, doymamış beton dökmüş! Ve biz toplum olarak ‘Ama adam da evliymiş, evli adamla ne işi varmış’ diyoruz. Evet bunu diyoruz, evet biz bunu Pınar Gültekin için dedik. Biz toplum olarak bunu dedik ve bunu derken hiç mi hiç utanmadık!
Çünkü bizim ar damarımız çatladı, toplumun ağırlık merkezi yerinden oynadı! Çünkü kötülük, zülüm yeni dünyada artık baştacı oldu. Kötünün yanında olmak, güçlünün tarafını tutmak ile özdeşleştirildi. Dünya ne ara bu kadar kokuştu gerçekten hiç bilemiyorum. Derinlere doğru kazıdıkça, bu kötülüğe ait bok kokusunun tam da bizim sokağımızdan geldiğini görmekten korkuyorum. Hatta belki tam olarak evlerimizden, kendimizden! Küfretmek, fiziksel ya da psikolojik şiddet, aşağılama, zorbalık, bireyleri ayrıştırma, ezmek, üstünlük göstermek günümüz dünyasında ne yazık ki hatırı sayılır olan ve takdir gören haline geldi. Bu toplumun bir parçası olarak, aslında hepimiz bu kötünün ve zülmün de bir parçasıyız; hatta görüp, hiçbir şey yapmadığımız için tam merkezindeyiz. İstisnasız hepimiz!
Peki başka bir noktadan bakalım. Kim bunlar? Bu sadistçe öldürebilen, kötü olmayı seçen (Çünkü bu bir seçim) katiller kim? Bu eşler, babalar, sevgililer kim? Kız arkadaşını evine davet eden ve sonra kafasını testere ile kesen adamlar nerede yaşıyor? Karısını kendi çocuğunun gözleri önünde ve feryatları arasında öldüren bir adam mesela gününün geri kalanına nasıl devam ediyor? Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Karısını doğradıktan sonra bir kahveye girip, ellerini yıkadıktan sonra; yeşil kareli örtülü, ayakları sabitlenmemiş sunta masaya oturup, ‘Bir çay çek’ diye mi bağırır mesela? Ya da arkadaşı ile birlikte tecavüz ettiği kadını evinin balkonundan ittikten sonra, dokuzuncu kattan düştüğü için beyni dağılmış cesede bakarak, ‘Bana bunu sen yaptırdın, hak ettin, nedeni sensin, bana hayır demeyecektin, beni terk etmeyecektin’ diyerek günah mı çıkartır? Ne der gerçekten, ne yapar bu sefil insanlar?
Ötekileştirmek de kötülüğün bir parçası bence. Katili düşünürken hepimiz kendi hanemize, o lağım kokulu sokağımıza bakmalıyız diye düşünüyorum. Çok sevdiğim bir Latin Amerikalı yönetmen, filminde şehrin orantısız ve tarz yoksunu mimari yapısını izleyiciye gösterir ve tam olarak der ki ‘Bu çarpıklıklar muhtemelen mükemmel bir biçimde bizi temsil etmekte; estetik ve ahlaki çarpıklıklarımızı.’ Film, ince fakat keskin bir duvar ile ayrılmış bambaşka hayatlarımızı anlatır; iyi ile kötünün çekişmesi gibi, yani tıpkı yükselen değer kötülüğün, aslında içimizde bir yerlerde iyiliği bildiği gibi. Ben çok kaderci biri değilim, çoğu şey için emeğin önemli olduğunu düşünüyorum. Ve bu aşamada hayatın insanlara seçenekler sunduğunu ve bizim bu tercihlerimiz ile yaşamlarımızın şekil aldığına inanıyorum. Tıpkı iyiliğin ya da kötülüğün bir seçim olduğuna ve bu seçimin tamamen insanın içinde / kalbinde / canında olduğuna inandığım gibi.
Üniversitede ekonomi okurken, ‘trade off’ diye bir kavramla tanıştım ve sonrasında hayat vizyonum ve olayları değerlendirme şeklim yön değişti. Aslında yaptığımız seçimlerin tam olarak başka bir şeyden vazgeçme olduğunu öğrendim ve hayatımın büyük tercihleri hep bu kavram mantığı ile şekillendi. Dünya görüşü ve yaşam şekli olarak, ben nacizane iyi bir insan olmayı seçtim. Mutlaka kötülüklerim, hatalarım, defolarım tabii ki var ama bu bir başkasının hayat hakkını elinden alacak ölçüde değil. Ve aynı mantık ile bakıldığında, tüm bu alçak katiller de kötü olmayı tercih etti. Bunu kendileri seçti. Can almayı, gencecik bir insanı doğramayı, balkondan atmayı, yakmayı, kanlarını duvara sıçratmayı kendileri, bilinçli olarak istedi. Bu benim tamamen kendi yorumum tabii ki. Belki de o katiller, kendi küçük ve yetersiz dünyalarında ‘erkek’ olmayı seçti! Erkekliğin kaba kuvvette, psikolojik şiddette, aşağılamada olduğunu bildiği (!) için, belki de kendinde hak gördü bunu. Öyle ya, başka hangi mantıkta bir canlı öldürdüğü kadının duvara sıçrayan kanını annesine sildirir ve başını keserek çöp konteyterına atar? Çünkü o bir erkek! Ancak o zaman erkek..
Son zamanlarda, Yaşar Kemal’in sözünü ne yazık ki çok deneyimler haldeyiz: Bu ülkede dört şey olmayacaksın; kadın, çocuk, ağaç, sokak hayvanı. E geriye ne kaldı? Erkek! Hiçbir şey olma ama erkek ol; inan başına daha az felaket gelir. En azından evine gitmek için bindiğin dolmuşta, şoförün tecavüz girişimine direndiğin için öldürülen üniversite öğrencisi olmazsın. En basit haliyle yaşarsın, hatta ecelinle ölme ihtimalin diğer dört kategori ile kıyaslandığında çok daha yüksek olur. Peki hem erkek hem de insan olup, merhametli ve diğerlerine saygılı olmak çok mu zor? Mesela o erkeğin bir kadının rahminden çıktığını kabullenmesi, o rahime ve dişiliğe saygı göstermesi mümkün değil mi? Sokakta askılı bluz giydiği için dekoltesi görünen kadını ‘aranıyor’ diye yaftalayıp, tecavüz etmek yerine; nazik ve zarif bir baş selamı ile yanında geçip gidebilmesi onu daha mı az erkek yapar?
Bu taraftan bakıldığında, sanırım sorun kadın olmakta değil, erkek olmakta. Galiba kadınların kendini koruması yerine, erkeklerin kendini eğitmesi daha normal ve olması gereken. Önlerinde çıkan seçeneklerde, iyiyi seçmeyi ve aslında kıymetli olanın bu olduğunu öğrenmeli erkekler. Dövmek, vurmak, aşağılamak, öldürmek, kısacası kötüyü seçmek kolay olan; erdemli olan ise iyiliğin sapağından yola devam edebilmek. Erkekler nasıl bu toplumun değişmez bir parçası ise kadın da öyle; anne, kız kardeş, sevgili de öyle; yetmez trans birey, sokak hayvanı da öyle. Herkes eşit derecede bu dünyada nefes alma hakkına sahip. Kimse kimsenin nasıl yaşayacağına, ne giyeceğine, cinsel isteklerine karışamaz.
Bütün bu düşünceler, yargılar ve isyan tek bir devlet ya da topluma atfedilmiş değil. Tüm yazı boyunca vurguladığım gibi bana göre ‘dünya’nın çivisi yerinden çıktı. Ama kimi toplumlar bazı konuları daha iyi yönetirken, kimilerinin içi benzer konularda bir tık daha lağım kokuyor olabilir tabii ki. Romanya henüz görmediğim, hatta belki orada yaşasam bambaşka değerlendireceğim, olumsuz eleştireceğim, belki devlet yönetiminden ve uyguladığı politikalardan rahatsız olabileceğim bir ülke olabilir. İnanın ne olumlu ne de olumsuz bir yorumum var bu ülkenin yönetim ve yaşam şekline dair. Fakat son zamanlarda birkaç farklı başlıkta güzel gelişmelere ve çabalara denk geliyorum bu ülke ile ilgili. 15 yaşında, Alexandra Macesanu isimli genç bir kadın şehir içinde otostop çekmiş ve kendisinden 19 saat boyunca haber alınamamış. Bu süre zarfında ise, polisi üç kere aradığı tespit edilmiş ve ne yazık ki polis teşkilatının herhangi bir operasyon yapmadığı ortaya çıkmış. Alexandra 19 saat sonra, tecavüze uğrayıp, öldürülmüş halde bulunmuş ve halk gerek sosyal medya vasıtasıyla gerekse direkt sokaklara çıkarak ayaklanmış. Ve ne olmuş biliyor musunuz? Sorumsuzluğu tespit edilen emniyet genel müdürü ve vali görevden alınmış! Halkın tepkisi dinmemiş; sokaklardaki pankartların sayısı arttıkça, sadece altı gün önce göreve gelen içişleri bakanı istifa etmek zorunda kalmış. Toplumda kimse “Ama o kız da otostop çekmemeli, yabancıların arabalarına binmemeliydi; kıyafeti nasıldı; saat kaçtı” gibi sözler sarf etmezken, buna benzer bir cümleyi söyleyen milli eğitim bakanı da halkın tepkileri üzerine görevden alınmış. Kulağa ne kadar da adil geliyor, değil mi? Dünya üzerinde ne zaman bir tecavüzcü, adi bir insan serbest bırakılsa veya bir katil korunup, katliamın üzeri örtülmeye çalışılsa lütfen bu olayı hatırlayınız. Amacım herhangi bir devleti övmek ya da yermek değil, sadece doğru yönetilen bir süreci örnek göstermeye gayret ediyorum. Darısı hakları için savaşan, ölmemek için çabalayan kadınlara ve katilleri görmezden gelen tüm toplumlara olsun!
“Toplumsal cinsiyet eşitliği kendi başına bir hedef olmaktan daha fazlasıdır. Yoksulluğu azaltma, sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etme ve mutlu bir toplum yaratmanın ön koşuludur.”
— Kofi Annan
Artık yetmez mi yarım kalan kitaplar, parçalara ayrılmış gencecik bedenler, çocuğunun gözü önünde bıçaklanan anneler, tecavüz edilen sokak köpekleri, iki lokma ızgara et yemek uğruna yanan ağaçlar, ayağından zincirlenen ve üzerinde sigara söndürülen yedi yaşındaki çocuklar.. Yetmez mi?
Bence yeter. Bu kadar kötülük yeter.
Yetsin.
Yetsin ve bitsin, gitsin artık.
Aksi halde insanlığımız bitecek, canlarımız daha da bok kokacak. Biz ‘kendimiz’ olmaktan utanır hale geleceğiz.
Bu sefer sevgi dilekleri ile bitmeyecek bu yazı. Çünkü bugün, tüm bu düşünceler beni acıtırken, sevgiden daha çok umuda ihtiyacım var. Hep birlikte yaşayabildiğimiz, herkesin saygı kavramı ile tanıştığı, mutlu, özgür, birey olabildiğimiz güzel günlere.. Umutla! 🙏🏻
Kasım 2020, Dünya
Yazı bittikten sonra lütfen gözlerinizi kapatın ve katledilen kadınları, acı çektirilen canlıları hissederek bu müziği dinleyin. ‘İnsan’ olduğumuzu hatırlamamız umuduyla🌿