
Tarihi Konak
İstanbul Kandilli’de, penceresinden köprü görünen eski bir konağın odasında kuş sesleri ile uyandım bu pazar günü. Uzun süredir görmediğim arkadaşlarım Samed ve Leyla ile yeni aldıkları konağın bahçesinde yemek yemiş, neredeyse her şeye neşe ile gülmüş, sohbet koyulaştıkça da geç yatmıştık. Leyla, haki yeşili, geniş yakalı, ince belini daha da güzel gösteren, bileklerine kadar uzun bir elbise giymişti. Tek aksesuarı, anne yadigârı inci kolyesi iken, ayaklarındaki bej rengi örgü sandaletler yaz gecesine uygundu. Samed ise her zamanki rengarenk keten gömleklerinden birini rahat bir şort ile eşleştirmişti. Her ikisi de yanık tenleri ile nasıl da taze ve özgür görünüyorlardı, bu yaz akşamının esintisinde!
Yaklaşık bir yıl önce eşyaları ile birlikte satın almıştı Samed bu konağı. İlk görüşte aşık olmuş, değerinin çok üstünde bir para ödemişti. Eski olmasına rağmen, birkaç küçük tadilat ile kendilerine göre oturulur hale getirmiş ve bir önceki ev sahibinin anıları ile birlikte keyifle yaşamaya başlamışlardı. Bu, yeni evlerindeki ilk yazlarıydı ve ben de ilk misafirleriydim can dostlarımın.
Başımın ağrısından, dün gece içkiyi fazla kaçırdığımı anlıyordum. Sabah erken saatler olduğundan ev halkı hala uyuyordu. Rahatsız etmemek için ayak parmaklarımın ucunda, ses çıkartmamaya gayret ederek bu güzel manzaralı odada dolanmaya başladım. İlk kez odanın içindeki eşyalara dikkatli bakıyordum ve sanki gözüme her birinin üzerinde ağırlık varmış gibi göründü. ‘Eskilikten herhalde.’ diye düşündüm. Ve tam o anda dün gece gördüğüm rüyamı anımsadım.
Neresi olduğundan tam olarak emin olmamakla birlikte, sanki çocukluğumun geçtiği bir odada olduğum hissindeydim. Tıpkı bu sabahki gibi parlak güneş ışığı içeri giriyordu. Dün geceden kalma, oturmaktan kırış kırış olmuş siyah keten pantolonumun üzerine fırlatıldığı koltuğa benzer eski bir koltuk da rüyamda pencere kenarında duruyordu. Kapı açıldı, içeri yirmili yaşlarında olmasına rağmen, yüzü solgun fakat çekici bir genç kadın girdi. Üzerinde kaliteli kumaştan, karpuz kollu, fırfır etekli kırmızı bir elbise, ayaklarında ise yılan derisi kısa topuklu şık bir ayakkabı vardı. Omuzlarına bıraktığı siyah, gür, dalgalı saçlarının aralarından görünen elmas küpelerin güzelliğini şu an bile hatırlıyordum. Yaşından beklenmeyecek yavaşlıkta, narin adımlarla odaya girdi; koltuğa oturdu ve omuzunun üstünden bana bakmaya başladı. Yüzünde ne bir gülümseme ne de belirgin bir ifade vardı. Yanına gitme ve ona dokunma isteğim ağır bassa da aramızda baskın bir uzaklık hissettiğimden rüyamda bile buna cesaret edemedim. Sonra.. Sonrası yok, ne kadar zorlasam da zihnimi, gerisini getiremiyordum rüyanın.
Zihnim dün gecenin rüyası ile meşgulken, ev halkı yavaş yavaş uyandı ve rutin bir kahvaltı telaşı başladı. Dün masadaki çeşit çeşit mezelerin, buz gibi rakının yerini; bu sabah nefis kokan sahanda göz yumurta, ev yapımı vişne reçeli ve süt kokan peynirler almıştı. Sofranın görüntüsü bile iştahımı kabartmaya yetmiş, bir çırpıda tabağımı silip süpürmüştüm. Sigaralarımızı yaktığımızda üçümüz de keyifle gülümsüyorduk birbirimize.
‘Nasıl uyudun?’ diye sordu sakız beyazı gömleğinin içinde tüm zerafeti ile Leyla.
‘Sanki rüya içinde başka bir rüya gibiydi.’ diye söze başlayarak, dün gece gördüğüm tuhaf düşümü anlatmaya başladım. Ben anlattıkça Leyla Samed’e kaçamak gözlerle bakıyor, Samed ise sandalyesinde rahatsız hareketler ile ileri geri sallanıyordu. Rüyanın sonuna geldiğimde ise az önceki keyifli, mutlu yüzlerinin yerini, endişeli ifadeler almıştı.
‘Ne oluyor yahu, ne bu gerginlik?’ diye sormamla, Samed’in anlatmaya başlaması ve Leyla’nın çay koymak bahanesi ile apar topar mutfağa kaçması bir oldu.
Şaşkın gözlerle Leyla’nın arkasından bakarken, Samed’in yüksek sesi ile masaya geri döndüm. ‘Ağabey mahallelinin dedikodusuna göre, bu evde bizden önce oturan ailenin çok güzel, sakin huylu, üniversite okumuş bir kızı varmış. Küçücük mahalle, tüm çocuklar bebeklikten beri birlikte oynuyor; bu kız da bu kadar erkeğin arasında gitmiş yan konağın hizmetçisinin oğluna aşık olmuş. Aile zengin, kültürlü; layık görür de verir mi gül kızını? Kısmet olamamışlar bu iki genç birbirine, kız da hiç evlenmemiş. Gel zaman git zaman, kız iyice içine kapanmış. Evde perdeleri açmıyor, karanlıkta oturmak istiyor, doğru düzgün yemek dahi yemiyor, kimse ile görüşmüyormuş. Gencecik kız neredeyse tüm gününü odasında tek başına karanlıkta geçiriyormuş.’diye anlatmaya başladı. Ben böyle bir yeşilçam hikayesinin sonunun nereye bağlanacağını biraz da sıkılarak beklerken, Samed’in dudaklarından son cümlesi döküldü: ‘Zavallı kız tüm gün odasında oturuyormuş dedim ya ağabey, işte o oda dün gece senin konakladığın oda!’
Son cümle ile şok olmuştum. İçimdeki sıkıntı yerini şaşkınlığa bırakırken; hafifçe öne eğilerek, ‘Ne duruyorsun, devam etsene Samed, iyice meraklandım şimdi’ dedim.
Beni kırmayan dostum, zaman kazanmak istercesine, çayından bir yudum aldı, yutkundu ve isteksizce konuşmasına devam etti. ‘Bir yaz günü ailesi Silivri’deki yazlıklarından döndüklerinde hayatlarının en kötü anını yaşamışlar. 27 yaşındaki kızları; kırmızı, fırfırlı elbisesini büyük bir özenle giymiş, kulağına elmas küpelerini takmış, ayağına topuklu ayakkabılarını geçirmiş, tırnaklarını boyamış, makyajını yapmış halde yatağına uzanmış ve bileklerini kesmiş!’
Son kelimeler ile birlikte masaya tarif edilemez bir kasvet yayıldı. İki arkadaş birbirimize bakıyorduk; onun gözleri kısılmış, benim ağzım açık kalmıştı. ‘Ben dün gece intihar eden bu genç kadının hayaleti mi gördüm yani Samed’ diye sordum gayri ihtiyari. Elinde taze çay ile içeri gelen Leyla ‘Yeter artık!’’ diye ikimize de çıkıştı; ‘Daha fazla bu konuda konuşmak, hatta tek kelime dahi duymak istemiyorum. Korkuyorum, anlamıyor musunuz, korkuyorum!’ diye bağırdı gözleri dolu dolu.
Leyla’nın gergin dudakları ve korku dolu gözleri bizi susturdu. O kahvaltı masasının etrafında üçümüz de sustuk. Sustuk, sus pus olduk. Kahvaltı sonrası, tüm nazik ısrarlara rağmen kahvemi bile içmeden odama çıktım. Sıkıntı ile dün uyuduğum yatağa baktım. Sanki güzel, genç bir kadın bu yatağa uzanmış; siyah, dalgalı saçları yastığa serilmiş; ruju dudaklarında, makyajı ise yüzünde dağılmış; kırmızı giysisi kan içindeymiş gibi geldi. Gözlerimi kırpıştırdım ve odaya tekrar baktım. Bu sefer de yatağa, hatta tüm odaya ölümün kokusu sinmiş gibiydi. Koku daha da belirginleştikçe, iç sıkıntısı ile alelacele eşyalarımı toparlamaya başladım.
Elimde kahverengi deri çantam, tüm kıyafetlerim ve kişisel eşyalarım içinde dertop olmuş halde kapıdan çıkarken, son kez bu kasvetli odaya ve geniş yatağa uzun uzun baktım. Ve o an genç kadından, tarihi konaktan, hüsrana uğramış aileden ve orada yaşanmış tüm anılardan özür dileyerek, dün gece uyuduğum odayı bir daha gelmemek üzere terk ettim.
Eylül, 2018.. Kandilli’de tarihi bir konağın karşısındaki tahta, rengi ağarmış bankta oturuyorum. Kafamı kaldırdığımda, konağın ikinci katındaki pencereden bana bakan yaşlı kadın ile göz göze geliyorum. Hafif bir baş selamı ve gülümseme ile zarif ‘merhaba’sını kabul ediyorum kalbime. İstanbul’da öğlen saatleri, sokaklar kalabalık ve güneş çıplak kollarımı yakıyor. Ansızın bu simsiyah saçlı kadını ve konağını anlatma hissi içimi dolduruyor. Kahverengi deri kaplı defterimi çantamdan çıkartıyor ve çalakalem yazmaya başlıyorum. Aradan iki yıl üç ay geçiyor ve bugün bu öykü düzeltilmiş haliyle meraklısı ile yeniden buluşuyor. 🌿